9 Kasım 2013 Cumartesi

:)

intihar etmek için güzel bir yer arıyordum. zira dayanamayacağım. "intihar etmek için ne güzel bir yer" diye düşündüm: "zira dayanamayacağım". yazmaya başladım

alışverişe geliyorlar buraya. yerler mıcır. gri. piknik masaları var.  

mekanı değiştirdim.o en çok istediğim düzeni kurdum ucundan kıyısından. fakat kemirgenler durmuyor. sarılmış sigaralar içiyorum yine. çay yok. ışık var neyse ki. 

bugün beni temizle diye yalvaran bulaşıkların yarısını yıkadım. diğer yağsız yarı zaten yıkanmıştı. birileri zoru sevdiğimi düşünüyor. yarım tabak erişteyi mideye indirdikten sonra ona makarna pişirdim; binbir zahmet ve ustalıkla. yaptığım en başarılı çalışma. (yüksek lisans yapıyorum ben). sesini yükseltti. biraz. ve buradayız işte.

bugün dedim ki; "ben buraya niye geldim" kulaklarımı tırmalayan bu can alıcı soru, cevabı ile aynı oranda rahatsız ediciydi. maddeler halinde sıraladım yanıtları:

  • ev soğuktu
  • ev işi yapmak istemiyordum
  • ziyadesiyle zorlayıcı olan tez yazma süreci boyunca sorumluluklarım yarıya insindi
  • hayata atılmak(?) ve bir şeyler yazmak, okumak istiyordum.
  • kısacası umudum vardı. 

şimdi; ev işi yapıyorum. ev bazen soğuk. omuzlarımda tonlarca sorumluluğun varlığını hissediyorum. dolaştığım sokaklar tanıdık değil. azarlanıyorum. sinirli olduğum anların sayısı mutlu olduğum anların sayısını çoktan aştı. yorgun, tükenmiş, beyhude hissediyorum. hiçbir şey üretemiyorum. şarkı canımı sıkıyor. süzgeci yıkarken su boşa akıyor. sular kesilebilir. bulaşıklar yıkanmıyor. kimse çay getirmiyor. koşarken kesiliyorum nefesim yetmiyor. kimse çay getirmiyor. kimse. kendime bile hizmet edemiyorum. duş alamıyorum. yazamıyorum bile. peki ne işe yarıyorum? aa, pek çok işe yarıyorum. ziyadesiyle işlevsel bir vücudum var. yemek, temizlik ve o pek bildiğimiz, ağzımızdan düşürmediğimiz şey -ki bu esnada ağzımız açık açık olmasına rağmen düşmüyor ne hoş- üzerine yüksek lisans yapıyorum. 

"bu kadar mı nefret ediyorsun benden" dedi. ben de aynı soruyu sormak üzereydim. konuşmayacağım. 

...

saçma geliyor. her şey aynı oranda saçma geliyor. Ren Harvieu da, sneaker pimps de saçma. ikisinin de canı cehenneme. 
umudum vardı. umudum kırılıyor. sadece içmek istiyorum. eğitimime, öypye, ilişkime, aileme, eve siktiri çekip, her şeyi bir kenara itip içmek. bütün kaygıları bir kenara bırakıp yalnız başıma düşünmek istiyorum.  yorulmamak istiyorum. yaşamamak istiyorum. otobüs şöförlerinin hadi artık binsene der gibi bakmamalarını istiyorum. çaresizce, yanımdan geçen insanların üzgün olduğumu farketmelerini beklememek istiyorum. 

belki de yapayalnız ölmem gerektiği gerçeğini reddedişim ve kör gibi zirilyonlarca hata yaparak yolumu bulma çabalarım bir ilüzyondan ibaret. belki de aşık olmam through the night ve m'aidez arasında cereyan eden beyhude, eninde sonunda bir yanılsama olduğu ortaya çıkacak olan bir süreçti. belki de bunların hiçbiri gerçek değil. belki de eve döndüğümde bütün problemlerin çözüldüğünü zannedeceğim. bu naif bir yalan. naif olduğu kadar kırılgan bir saçmalık. 

yalnız hissetmiyorum. yalnız değilim. kendimle kaldım. kendimle baş başa kaldım. eve gitmeliyim. eve gitmek istemiyorum. hiçbir şey yapmak istemiyorum. bu buz gibi otobüs durağında öylece oturmak istiyorum. kimse bakmasın. kimseye bakmak zorunda kalmayayım. kimse rahatsız etmesin. kimse soru sormasın. kimseye cevap vermek istemiyorum. burda böyle oturmak istiyorum. kaç dakika sürerse o kadar. 

bir smiley kaç anlama gelebilir? kaç mana ihtiva edebilir. bir smileye kaç farklı anlam yükleyebilirim? burayı terk etmek ne kadar zamanımı alacak? kaç dakika sonra kalkacağım bu çelik oturaktan? ne kadar sürecek burada oturmam?

kalk kızım. git burdan. doğuya git. maskeli adamların pençelerinden uzağa. üşüdün zira. olan sana olacak. çünkü sadece sen varsın.

...

20lik votka yokmuş. iki büfeye de sordum. o tuvalet kağıtlarını aldım ve bir smileye kaç farklı anlam yüklenebileceğini düşünerek eve geldim. 
bazen diyorum ki keşke biri bana ne yapacağımı söylese. desin ki, "şunu izle, akabinde şunu dinlerken şuna bak, bir yandan da şunu iç. bak yap çok güzel oluyor." bazen sana ne yapacağını söyleyen bir insana ihtiyaç duyuyorsun. sana ne yapman gerektiğini söyleyen biri varken hayat daha kolay. bu, neden reklamcıların istedikleri gibi at koşturabildikleri engin bir alana sahip olduklarını açıklıyor sanki. 

bazen mutsuzluğumu yaşama benzetiyorum. yaşam, koşulların uygun olduğu her yerde var olabilir. tek ihtiyacı uygun ve olgun şartlardır.  her yerde barınamaz ama şu allahını siktiğimin evreninde kendisine uygun bir yer muhakkak varolacaktır. o yeri bulduğu an işlemeye başlayacaktır. olgun şartların içinde kararan bir virüs. yaşamak yok etmek. ezip üstünden geçmek. iyi bir tarafını göremiyorum artık. iyi bir tarafı yok çünkü. ne douglas adams'ın betimlemeleri mutlu edebilir beni, ne de babil balığının varlığını düşlemek. 
o derme çatma barınağın huşu içinde yıkılışını düşünüyorum. öyle estetik, öyle güzel darmadağın oldu ki.. aklımdan çıkmıyor. 
yaşamın iyi bir tarafı yok. yaşam sadece yaşam işte. öyle, olduğu gibi varolan. asla kurtulamayacağın ve gerçekten bitmesini hiçbir zaman istemeyeceğin bir şey. ölesiye korkuyorum. onu tamamen unuttum. yaşamın iyi bir tarafı yok. hiçbir zaman olmadı. 
bir köşede dertleniyorum. bin kişi istifra etmiş sanki üstüme. benimle birlikte çürüyen insanlar. üstümde çürüyorlar. dertleniyorum bir köşede. üstümde binlercesinin kokusu. milyarlarca yılın tortusuyum ben. baksana 3.5 saat önce sürdüğüm eyeliner ben ağladıkça gözümü yakıyor. kalemi tutuyorum baksana. saçımda şampuan kokusu, üstümde kıyafetler. 
o barınağın düşüşünü hatırlıyorum. ne güzel darmadağın oldu. ne kadar estetik. ne muhteşem bir yıkılış. 
ben yaşamak istemiyorum. ben yazmak istemiyorum. hiçbir şey yapmak istemiyorum. ölmek bile istemiyorum. kendimi öldürecek halim yok. 
yolda yürürken dedim ki "hep yeni dertler çıkıyor. hep yenileri peydah oluyor. neyse ki çözüyorum. her birini un ufak ediyorum. paramparça olmuş kristal kadehin tekine bakıyorum sonunda. demek ki sona ulaşacağım. demek ki bitecekler. belki bir gün hiç üzülmem. belki katıksız mutluluğa erişirim. sonunda en büyük derde ulaşacağım ve bir gün.." yanıldığımı görüyorum. ulaştım belki de. ama sonsuzluğu unuttum. sonsuzu unuttum. hesaba katılmamış önemli bir parametre. kahretsin. hesaplamalarda hep kötüydüm. 
dertleniyorum bir köşede. ne güzel dertleniyorum öyle, nasıl da saçlarımı önüme dökerek darmadağın oluyorum. nasıl da güzel acıyorum kendime. her zaman daha kötüsü var. ve her şey daha kötü olacak. 

elimi kestim bugün. ayşe ablanın benimle birlikte eve yolladığı kavurma kabının köşesi kesti elimi. pek görünen bir yara değil. ama az önce hatırlattı bana gündelik yaşamın ağırlığını. gündelik yaşamın dayanılmaz ağırlığı. gözlerimi silerken yandı. 

bir son var, kızım. en azından senin için. durma, git kes bileklerini.

ne güzel dertleniyorsun bir köşede. ne güzel darmadağın oluyorsun. derme çatma varlığını onurlandır kıpkırmızı sıvılarla. eminim çeliğe sürtünen ipeğin çıkardığı sesi çıkaracaksın giderken.

...

aynaya baktım. çok kolay, o kadar basit ki. niye böyle diye sordum. niye sorusunu soran biri, içinde bulunduğu durumu doğru okuyamıyor demektir. koştum.

15 Ekim 2013 Salı

makasçının dilemması

tek başına olmak o kadar da zor olmasa gerek diyorum. yatıyorum yatakta. mavi yatak örtüsünün altında. tartıyorum, deşiyorum, düşünüyorum vesaire. ağlıyorum bir yandan. kahkahalar duyuyorum. haberi yok. meni gibi ortalığa saçılmış popüler kültür ürünleriyle meşgul. kafatasında peydahlanan yankıları duyuyorum. koşuyorlar, beyninin kıvrımlarından güç alıp kendilerini bir oraya bir buraya fırlatıyorlar; laubali, ustalıkla.

yalnızım. o kadar yalnız olamam bir daha dediğim anda yalnızım. tartıyorum. irdeliyorum. didik didik ediyorum yine. kahkaha atıyor. doğru gelmiyor bu iletişim kopukluğu. alabildiğine engin, alabildiğine kısıtlayıcı, bir o kadar da yaralayıcı. deli gibi yalnızım yine. orada, o mavi yatak örtüsünün altında. sanki tüm dünyanın yükü sırtımda. ancak ve ancak klişelerle ifade edebiliyorum içinde bulunduğum durumu. yapamıyorum öteki türlü. ağlak bir ezgi. hep aynı şarkılar. ahmak hissediyorum. ziyadesiyle ahmak ve ahlaksız. hep suçlu, hep pişman, hep tek başına. 10 yıl + 3 hafta, 10 yıl + 2 gün. fark etmez. hep suçlu, hep pişman, hep tek başına. hep ağlak ezgiler. baştan sona zayıf. idealize edilenin dışındakiler paramparça. sebepler sonuçlar ortada. söylemeye çalışmaktan bıktıracak kadar ortada. apaçık. göz alıcı bir netlikte ve tam karşımda. 

kader değil diyorum bu; bu kaderin ötesinde bir seçim: seçimler bütünü. yanıma geldi. ben makasçıyı arıyordum. nerede o amına koduğumun makasçısı diyordum. nerede o orospu çocuğu? mumu söndürdüm. anlamsız bir gizleme çabası. nerede o orospu çocuğu? hangi deliğe saklandı? makasçı. orospu çocuğu makasçı.. orospu çocuğu.  

30 Eylül 2013 Pazartesi

32 gün önce

Sınırlardan bahsedelim istiyorum biraz. Sınırlarımızdan.. Aslında şimdi tekrar düşündüm de, sınırlardan bahsetmek için çok erken. Haddimi aşarım belki bu konuya girersem şimdiden. Belki de sonsuza erişmek için çok geç artık. Havada asılı bırakıp bu mevzuyu, rakıya dönüyorum. 

Dalgalar çok aceleciydi. Kafa güzelliğinde düşünülmüş binlerce harika fikirden biriydi bu. Dalgalar çok aceleci dedim. Unutma bunu. Defalarca hatırlattım kendime. O an kurguladığım imgelerin hepsi uçtu gitti. Sadece bu cümle kaldı aklımda. Belli ki çok yavaştım hayatın nazarında. Rüzgar okşuyordu saçlarımı belki de, belki de fazla yapay olan vişne suyu bile kaçıramamıştı tadımı. 

Güneş Heybeliye karışırken bulmuştum kendimi. Tam bir yıl sonra. Bu sefer kucağımda bal rengi bir şişe beyaz yoktu. Bu sefer mutsuz değildim. O kadar yalnız değildim. O kadar yalnız olamam bir daha.. Yavaşça giriyoruz sınırların dünyasına..


29 Eylül 2013 Pazar

blood of my blood

anlık duygusal sıçramalardan etkileniyoryanlış sapkın algıların gerçekliği kırmasına izin veriyorsun. saplanıp kalıyor insan hatalı, kırık dökük ve yanlı yansımalara. onlara alışıyorsun ve gerçekliğin, senden başka herkese patolojik görünen bir simge halini alıyor.

bunu daha önce konuşmuştuk. konuşmadığımız, daha doğrusu konuşmadıklarımıza gelince... ''derdini sikeyim butonu'' arayışıyla, "ne gerek vardı?" catchphrase'i arasında geçen zaman boyunca sorguladım. böylesine kısa bir sürenin ardından düşündüğüm şey, sırf normal olduğun için ötekileştirilmenin ne kadar ironik oluşuydu. 

gruplaşmanın gerekliliğini ve gruplaşmanın, kümeleşmenin kaçınılmaz olarak kendini her toplulukta inşa ettiğini fark ettim azizim. farklılıklara tahammül edilmediğini fark ettim. seslerin rahatsız edicilik seviyesini ölçtüm ve  insanların kulaklara tecavüz etmeleri gereken anı pek iyi bildiklerini anladım. evet, sesler duyuyorum. sesler gitti. kendi narsizminin içinde boğulan, kendi kendinin egosunun egosunu derinlerden çıkarıp kuyudan su çeker misali içmeye duran, kuyunun kovası gibi merkeze oturtan varlığını...

rahat yok. rahatsızların arasında rahat edemiyor insan. rahatlıktan rahatsız olanların arasındayken çıban gibi hissediyorsun kendini. hissetmek zorunda bırakılıyorsun. yo, abartmak değil bu. bu bir keşif. ondan çıkıp her zaman olduğu gibi bana ve içselleştirmeye çalıştığım kavramlara yönelen bir keşif sadece. zira anlam her yerde gizlenebilir. yatağınızın altında, sigara paketinizin içindeki son dalda, turistik bir yerden satın aldığınız çakmakta. bazen kanınızdan bir insanın, egosantrizmini doruklarında yaşamak pahasına benliğinizi ezip geçtiği anlarda.. yeter ki düşünün, yeter ki biraz kafa yorun. 

yitip gidecek olan günleri yermiş gibi yiyip bitiriyorum ajandanın sayfalarını. kağıt bitmez, kalem bitmez; tükenen benim belki de. ama yok.. yazarak inşa ederim ben. ben bedenimden çıkarım yazarken. kağıtlar boşa gitmez. hiçbir zaman gitmedi. dedim ya anlam her yerde gizli. anlam hepimize yeter. anlam, dünyadaki canlıların birbirlerine eklemlenerek oluşturdukları bir kılıç gibi. bütün göğüsleri delebilen, paslanmaz çelikten bir kılıç.  bazılarımız, o kılıca nazikçe sürtünen ipeğin eşsiz sesini duymayı başarırken, diğerlerimiz kılıcı bir kenara atıp deşiyor ipekleri. yorgunluk her yerde ifşa eder kendini...

bum

Daha güzel kelimeler bulmalıyım. Daha güzel cümleler kurmalıyım. Dahasını yapmalıyım. Daha iyi, daha güzel, daha bilmem ne.. Daha iyisi her zaman var. Daha kötüsünün mevcut olmadığını iddia etmiyorum pek tabii.. Her zaman daha iyisi var ve her zaman daha kötüsü de. Amacım dengeyi sağlamak olduğunda bunu başarıyorum. Fakat bir sonraki adım, nasıl daha dengeli olabileceğimi kendime sormak. 

Denge kavramının yapısal çözümlemesini gerçekleştirdikten sonra, paradoksa ulaşana dek yapısöküm işine girişiyorum. Dengenin ne olduğu, dengenin tarihsel süreç boyunca nasıl tanımlanmış olduğu, Dengenin ne renk olması gerektiği gibi über soyutluktaki soruları bir bir sorup, bu soruların nasıl bir skalayı gözler önüne serdiğini uzun uzun tartışıyorum. Peki kiminle? Bittabii kendimle.. Al sana sonsuzluk. 

Sonsuzluğun ilerisinde -ötesinde değil, ilerisinde yalnızlık var: Harfleri yan yana dizip onlara şöyle bağırıyorum: "hadi halay çekin!" 

Esasında, uyumlu olup olmadığına bakmaksızın, önündeki klavyenin tuşlarına basarak, bir araya geldiklerinde geleneksel uzamda bir anlam ifade eden notaları ortaya çıkaran piyanist şantör gibiyim. Harfleri yan yana koy, zaten bunu 100.000 kez yaptığın zaman elde ettiğin şey anlamlı bir hale gelecektir. Zira onu da sorgulayacaksın.

Çünkü anlam her yerde gizlenebilir. Yatağınızın altında, sigara paketinizin içinde, çayın ihtiva ettiği oksalat kristallerinde bile! Ve anlamı her yerde bulabilirsiniz. Yeter ki sorgulayın ve bunu bir amaca ulaşma kaygısı gütmeden yapın. Öyle bir anlam denizi inşa edeceksiniz ki dudağınız uçuklayacak. Sonra bir bakacaksınız bu deniz olmuş okyanus.. Ve öyle genişlemiş ki derinleşmeye başlamış. Nihayetinde en son kara parçasını yutacak kadar çoğalmış.. Ve BUM! Ayaklarınızın altından kayıp giden zemine hoşça kal deyin. Zira onunla tanışmanıza gerek kalmayacak. Zemini düşünmek için kimin gerçek bir zemine ihtiyacı var ki allah aşkına? 

Kaybolup giden zeminin neden BUM gibi bir ses çıkaracağı sorusunu es geçip okyanusa dönelim. Zira bu soru herhangi bir dimağı düşünmekten vazgeçirebilecek bir cevaba sahip. 

Okyanusun sonsuz olmasını arzuluyorsanız cevaplardan uzak durmalısınız. Her bir cevap, okyanusun dibinde kimin ne zaman inşa ettiğini bilmediğimiz delikleri tıkayan tıpaları serbest bırakır. Bu deliklerin ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yok. Söylentilere göre bu delikler boşluğa açılmakta. Gerçekten var olan bir boşluk fikrinin imkansız geldiğini biliyorum. Ama algılarınız sizi yanıltıyor. Burada imkansızlık yok; burada kapılar var. Burası sonsuz anlamlar içeren, ve anlamların da bir takım anlamlar ihtiva ettiği alabildiğine derin bir fraktal yapılar dizisi. Kapılar var. O kapılara açılan kapılardan geçip, bambaşka kapılara ulaşıyorsunuz. Kapılara açılan kapılar, delikleri tıkayan tıpalar kadar sonsuzdur. Kaybolmak pahasına aralarsınız kapılara açılan kapıları. Duvarların içinden geçer, yeni kapılara erişirsiniz. 

Anlamın her şey haline geldiği bu uçsuz bucaksız okyanusta yüzmek, içinde bulunduğumuz gerçeklikten pasifiğin dibindeki eşsiz canlılar kadar uzakta olmak demek. Zemini hatırlıyor musunuz? Hani kaybolup giderken BUM diye ses çıkaran zemini?

devam edebilir..

19 Temmuz 2013 Cuma

sonsuzluk ve rahatsız edilmek üzerine

"kağıdı çabuk getir" diye düşündüm. "çabuk getir şu kağıdı". "çabuk ol lanet olsun çabuk!". ilhamımı kaybedeceğimden korkuyordum. az önce aklımdan neler geçtiğini bilebilseydiniz keşke. belki de işin sırrı ne yazacağını düşünmemek. düşünmeden yazmak gerekiyor. düşünceleri yazıya döken bir makina fikrini pek çok kez geçirdim aklımdan. insan elinden daha hızlı ve kalemin kapasitesinin çok daha üstünde bir kayıt yöntemi... sonra mahremiyet geldi aklıma. korktum. neyse ki bu fikrin uygulanabilirliği, olasılık dışı olasılıkları hatırlatacak kadar uzak yaşadığım zamandan. 

insanlar var etrafta. bir sürü insan. konuşuyorlar. kendilerinden daha zeki olduğunu düşündükleri telefonlarından dünyayı izliyorlar. sınırları aştıklarını zannediyorlar. binlerce, yüzbinlerce kafanın varlığını hissetmek bazen ürkütüyor beni. ansızın bir kadın giriyor içeri, ya da çıkıyor dışarı. baktığımız yere göre değişiklik arz eden bir durum bu. üzerime çevrilen gözleri fark ediyorum bakmaksızın. hakkımda olan bir takım kelimeler ve kaynağını eylemimden alan yepyeni bir konu. yazılardan bahsediyorlar. kendilerini anlatıyorlar..

daha hızlı yazmalıyım. uçtu gitti düşünceler. yazmak anlamsızlaştı. bir bir salındılar boşluğa ve gittiler. terk ettiler. yok olmadılar ama çok uzaktalar şimdi. biraz daha uyarıcıya ihtiyacım var. kendimden başka bir nesneye. belki de beni daha üretken kılacak, yazılarımı zenginleştirecek melodilere. sahiden ne çok bağlıyım dışarıya. düşünecek şeyler bulduk ve düşünülecek şeyler ürettik... yok, yapamıyorum. bir şeye ihtiyacım var, daha anlamlı konuşan insanların seslerine ihtiyacım var... gözler, gülümseyen gözler, bir şeyler anlatan ya da anlattığını zannettiğimiz gözler. evrim teorisyenlerinin zihinlerinde, ve hatta engin literatürde ısrarla gizemini koruyan gözler...

yine oradasın. yine kesiştik aynı uzamda. ne yazıyorsun acaba? tekrar girişmeye değer mi böyle bir sorgulamaya? sorgulanmış olanı tekrar sorgulamak ne kadar mantıklı acaba? belki de daha değerli şimdi?

malzemeye ihtiyacım var. sana bakmalıyım, ama istemiyorum bakmak. gülümsüyorsun. gülümsüyorum. işte bundan korkuyordum. bakışlar ifşa etmemeli hiçbir şeyi. bu iletişim belki de kısa bir süre için sadece kağıdın bildiği bir şey olmalı. yaptığım şeyleri yazıyorsun biliyorum. eylemlerimi kaydediyorsun. bu çok sığ sanki. belki de değil. birkaç gün öncekinden daha farklı. birkaç gün önce bilmiyordum. varsayımlar üretiyordum hiç bilmeden. şimdi biliyorum bazı şeyleri. kahrolsun bazı şeyler. 

yanlış anlamıştım seni; anlamamıştım. yazdıklarını okuduğumda "Hey!" dedim. ben olmamalıydım düşündüğü. başka bir şey olmalıydı. sebeplerin bilinmezliği cezbetmişti beni. tam karşımda olmanın, bir şeyler yazıyor olmanın sebepleri. beni yazmaya iten sebeplerdi bunlar. şimdi ansızın çıkıp geldin ve bilinçli olarak oturdun tam karşıma. ben senden bahsediyordum yazarken, sen ise gıcık olmuştun sanki yazmama. umduklarımızın ve bulduklarımızın bambaşka şeyler olduğunu anladığımda o kutsal vecize yırttı deşti düşünceleri, yaşanan o anı: "ignorance is bliss". mutluydum, çünkü görmemiştim sebebi. bilmiyordum. - kaçamak bir bakış, göz göze geldik - beni mutlu eden olayların belirsizliğiydi aslında. umduğum ve bulduğum şeylerin arasında var olan zıtlık pek rahatsız etmedi beni. ilgilenmiyorum o konuyla. beni rahatsız eden bir şeylerin belirsizliğini yitirmiş olmasıydı. artık aramızda var olan uçurumun anlamını kaybettiğini düşünüyorum. bunları okuyacağını biliyorum. okuyacaksın evet. rahatsız ediyor beni. okuyacak olman değil, okuyacak olduğunu bilerek yazmam rahatsız ediyor. 

bu iletişim artık hepimizin bildiği, yaklaşık yetmiş yıl önce vuku bulmuş, kitaplara kazınmış ve kazınmaya devam eden basit bir modelle ifade edilebiliyor artık; kaynaktan çıkan ve hedefe doğru giden bir mesajı oluşturuyorum an be an. sen e bunu yapıyorsun. hayal kırıklığına çok benziyor. tarif edemediğim, tasvir edemediğim o iletişim, o uçurum yok oldu. bambaşka bir şeye dönüşerek eridi. 

öngörülebilirliğin canımı nasıl sıktığını anlatamam sana. açıklayamam bunu. sadece canımı sıktığını söyleyebiliyorum. o gün inşa olması için evrendeki bütün parametrelere yalvardığım uçurum, bütün haşmetiyle önümde duruyor şimdi. oluşumun tamamlanması. işte bunu beklemiyordum. işte beklediğim şarkı, işte beklediğim çay. gelelim o sorgulamaya... beni yazıyorsun. ne yazdığını bilmiyorum. mektuplaşıyoruz aslında. benden ne beklediğini bilmiyorum. tahmin etmeye çalışıyorum. dikkatlice yazıyorsun. dikkatle ve hızlıca. belki biraz umutsuzca. hiçbir şey içmiyorsun. anlatmak istediklerini anlatıyorsun. ben ise ne anlatabileceğimi bulmaya çalışıyorum. ilginç. senin kafanda bir şeyler var. benim ise yok. ansızın bıraktın kalemi, geri almak üzere hızlıca hareket ettin. -"anasını siktiğimin kalemi" dedim, üç kere salladım kalemimi-  ne kadarının dolu, ne kadarının boş olduğunu kestiremediğim bir çay bardağı var önünde. düşüncelere dalıyorum. bundan vazgeçmeliyim. konunun ben olduğunu hissetmekten vazgeçmeliyim... kendime odaklanmamalıyım. bilhassa sen bana odaklanırken yapmamalıyım bunu. kendimi yaka paça atıyorum bu uzamdan ve sana geliyoruz yine. 

acaba ne yazıyorsun? biraz daha kağıt istemeliyim.. belirsizlik koruyor gücünü. fakat ihtimal sayısı giderek azalıyor. ikili karşıtlıklar beliriyor zihnimde. bundan vazgeçmeliyim. çoğunluğu düşünmeliyim. sonsuzluğa ihtiyacım var. sonsuz ihtimallere. sonsuza yaklaştıkça tahmin edilebilirlik düşüyor. - bir sürü kağıdım oldu şimdi.- yazmayı bıraktın, bitirdin. belki de kağıtları boşuna istemiştim. yo, hayır. bu kabul edilemez. kağıtlar boşuna var olmaz, boş kağıtlar doldurulmalıdır, dolan kağıtların yeri ivedilikle üretilen boşluklarla doldurulmalıdır. 

evet tahmin ettiğin gibi rahatsız ediliyorum. sürekli, hep. eskiden buraya gelir, yapayalnız otururdum saatlerce. kitap okurdum ve bazen bir oturuşta bitirirdim elimdeki kitabı. ders çalışırdım. çok başarılı oldum. sonra muhabbet etmeye başladım. insanlarla konuştum ve ben insanlarla konuştukça sınırlar muğlaklaştı kendiliğinden. insanlar farketmeden, samimiyet skalasının izin verdiği ölçüde hadlerini aşmaya, rahatsızlık vermeye başladılar. kitap okumama, ders çalışmama izin vermez oldular. yazmamı engellediler, engellemeye devam ediyorlar ve engellemeye devam edecekler. şu an öngörebildiklerim bunlar. yo, hayır. bitirmeyeceğim yazıyı... fazlasını yapıyorlar. gördüğün gibi. bir müşteri olmanın ötesine geçtim zamanla. tıpkı bilinmezliğin ötesine- ilerisine değil, ötesine geçen o uçurum gibi. zamanla bilinebilir hale gelen pek çok şey gibi. 

"sonsuzluk" diyordu kitabın yazarı, "sonsuzluk dümdüz ve sıkıcı görünür. geceleyin gökyüzüne bakmak, sonsuzluğa bakmaktır. mesafe anlaşılamaz ve bu nedenle anlamsızdır." fakat tanımlama süreci... 

bi bitmediniz mk. kalemin mürekkebi bitti, siz bitmediniz. üstüme geliyor insanlar. duymak istemediğim uyarıcıları tekrarlıyorlar. yapayalnız kalmak istiyorum bazen senin gibi. yapayalnız hissettiren bir duyum eşiği istiyorum. belki de bu kötü bir fikir. belki de odaklanamamak benim suçum. belki de sağırlaşabilmek benim elimde. müziğin sesi çok yüksek. insanlar bağırıyorlar. galiba atak geçireceğim.

 aklımdan geçenin ne olduğunu bilmek ister miydin acaba? bir takım kağıtlar çıkarttın yine. yanımdaki beyaz tişörtün sarf ettiği saçma sapan fakat şüpheli bir biçimde ona anlamlı gelen kelimeleri duyuyorum. o kelimeleri kullanarak tahammül edilmez nitelikte cümleler kuruyor. siktir etmeliyim. tam şu an siktir edip sonsuzluğa odaklanmalıyım. sessizliği istiyorum. o rahatsız edici sessizliği. odaklan.. odaklan.. odaklan.. sonsuzu düşle.. sonsuzu tanımla.. bu gürültüyü lehime çevirmeliyim. ama nasıl yapabilirim? 

yine yazıyorsun. biraz sinirli ama çoklukla nötr bir ifade var yüzünde. acaba ne yazıyorsun? yine dönüyoruz başa. saat yedi buçuk oldu ve ben yazmayı bırakmak istemiyorum. gitmek istemiyorum. çay içmek istiyorum. bencil istekler, konuşmaya doyamayan insanlar. burada kesmek istiyorum. ama baş etmeyi öğrenmeliyim. sabrım etraftaki insanların artışıyla aynı oranda tükeniyor. 

yorgunum tam karşımda oturan adam. yorgunum. sana anlatmak istiyorum ama anlamanı istemiyorum. derdim seninle iletişim kurmak değil. yazdıklarını elinle kapatıyorsun...

evet. Son Damla da masama teşrif etti. merhaba Son Damla! lanet olsun sana. sana ve duyduğum seslerin sahiplerine, sebeplerine, sonuçlarına lanet olsun. duyum eşiğim başkalaşıyor. duyum eşiğimin kapasitesi 212897567385118193620224 uyarıcıyı aynı anda algılayacak düzeye erişti şimdi. patlamak üzereyim. artık karşımda değilsin. kendimi sınamaya devam etmeyi çok isterdim. 

gittim.

16 Temmuz 2013 Salı

uçurum

tam karşımda oturan adam. ne yazıyorsun bilmiyorum. aslında merak ediyorum. gelecekle ilgili hayaller kurgulamaksızın kaleme alıyorum işbu yazıyı. rahatsız edilmemek şu an tek arzum. insanlar hareket ediyor. uğraşıyorlar. biz ise yazıyoruz birlikte. acaba neyi kaleme alıyorsun. etrafı izlerken hızlıca bir şeyler karalıyorsun. elinin altındaki kağıda hiç bakmıyordun. belki de bir şeyler çiziyorsun. kim bilir ne çiziyorsun. neler düşünüyorsun. benim için bir merak konususun. 

karşımda olman, bir şeyler karalıyor olman itti beni yazmaya. sesler azaldı. müziğin ritmi, serin akşam esintisi... yoksa insanları mı çiziyorsun? belki de çiziyormuş gibi yapıyorsun. ya da statü değil derdin. keyfini çıkarıyorsun anın; yalnız başına. benim yaptığımı yapıyorsun aslında. belki de aynısını... sen çiziyorsun ben yazıyorum. sigara içiyoruz birlikte. bir nefes daha çektin içine. tam karşımdasın. duymuyorsun beni. çaktırmadan izliyorum seni. hiç bakmadan gözetliyorum. sen beni duymuyorsun, ben de seni. karşılıklı bu sağırlık. karşılıklı sağırlık. başarısız bir iletişim biçimi. arkamdaki şeyleri izliyorsun. belki sen de çaktırmadan beni izliyorsun. 

başka biri geldi. bozuldu sanki ortaklığımız. belki de hiç var olmamıştı. onunla konuşuyorsun. tam aramıza yerleşti. kesinti daha somut artık. acaba bilmediğim fakat anlamlı olduğunu varsaydığım düşünceler kafanda mı hala? maddi bir varlık üzerine tartışıyorsunuz. ortaklığımız; seninle benim aramdaki uçurum yok oluyor git gide. yanlış anlama sakın. aramızdaki tek bağ o uçurumdu az önce. tek gerçeklikti bizi var eden. 

gitti. yalnızsın yine. dağılan dikkatini toplayıp toplamadığın sorusu kurcalıyor aklımı. aslında bu bir sorunsal gibi daha çok. bir şeyler karalıyorsun yine. ortaklık; aramızdaki yegane uçurum tekrar inşa ediliyor sanki. hızla oluşuyor birlikte var ettiğimiz boşluğun derinliği. hızla yazıyorum ben de, tıpkı senin hızla karalayışın gibi... bir yudum çay... senin ne içtiğini görebilmem için bakılacak bir boşluk bulmalıydım. baktım; önünde sadece kül tablası. fakat sen uçurumu derinleştirdin yine. bir çay istedin. içkilerimiz de benzedi birbirine. aynılaştı. ihtiyacım olan ortaklığı var ettin yine. hafif bir tempo. bir saniyeliğine eşlik ettin. bak, aynı şarkıyı duyuyoruz. başka bir yaratık deşti var ettiğimiz uzamı. uçurum yok oluyor. ama... yine hızlıca var oldu. garip bir mutluluk var içimde. öksürük...

aslında bu uçurumu var etmek benim elimde. ortaklığı aramayı bırakırsam -bir sürü not kağıdı- eğer ortaklık arayışını bir kenara koyup somut yaşama geri dönersem yok olacak her şey. aslında bu iletişimi var eden benim arayışımın ta kendisi. fakat konu ben değilim; sensin. benden uzaklaşıp sana dönmenin vakti şimdi. kapattın kalemi. artık yazıp çizmiyorsun. ama içtiğimiz çay, çay... duyduklarımız aynı insanlar. birbirine benzeyen sigaraları çekiyoruz içimize. -gülümsediğini gördüm. az önce- seninki daha ucuz tahminimce. zamanı yakaladık. 

gitmemeliyim. belki de gitmeliyim. belki de hiç konuşmamalıyım seninle. belki de konuşup karşılaştırmalıyız yazdıklarımızı. düşüncelerimizi paylaşmalıyız. kendimizle değil, birbirimizle. anlatmalıyız belki de birbirimize. kalktın. gideceksin. belki de anladın ve korktun sen de. büyünün bozulacağından. yavaşça toparlanıyorsun. eşyalarını ceplerine soktun. bir kağıt parçası -şimdi ne yapmalıyım- bir adres verdin bana. korkmuştum aslında. kendininkileri paylaşıp benimkileri yarı yolda bırakacaksın diye. bak, sahiden de ortakmış yaşadığımız şu yirmi dakika. ayrı ayrı ama birlikteymiş huzur verici bir biçimde. ben de gidiyorum şimdi. bambaşka bir mekana taşıyacağız bu iletişimi. 
 

7 Temmuz 2013 Pazar

hibe

hayır. bu öyle bir şey değil. ivedilikle içinden çıkabileceğin, anlık gelgitlerinin yardımıyla kurtulabileceğin bir şey değil. iç organların gibi. tarifi olanaksız bir şey. "bıçak" kelimesi kadar keskin bir gerçeklik. aslında o kadar emindim ve öyle burnumun ucundaydı ki göremedim. görmemeyi tercih ettim; katlanılmaz varlığımı yüceltiyorum. kendini kemirdiğin bu düzen, seni mutlu etmeyecek. doğurduğu çocuğu sahiplenen bir anne gibi sarıp sarmaladığın hayatlar seni yormanın ötesine gidemeyecek.. artık eksiltili cümleler kullanmıyorum. eksiltili cümlelerden vazgeçiyorum. uzakta tuttuğum benliğimi yakına getirdim, bağırıyorum. bu sefer gerçekten yüzüme küfrediyorum. otorite uzuvlarımdan akıyor, kütle çekimini alt ediyor, kütle çekiminin anasını sikiyor. yeryüzüne meydan okuyor. varlığımı hiçe sayıyor ve gücü, hiçliği besliyor.

hiçlik masama oturmuş bana sigaralar sarıyor. hiçlik bana yemekler yapıyor. hiçlik, onun bunun zihinlerini önüme koyuyor. ben artık hiçliğin sardığı sigaraları içmiyorum. ben artık hiçliğin öğrettiği hayallere sarılmıyorum. hiçliğin bana yedirdiklerini, onun bunun zihinleriyle kusmuyorum. hiçlik ölmek üzere ve öldükten sonra ona ne olacağını kimse bilmiyor. o gittiğinde yalnızlık gelecek. götüm götüm kaçtığım olası kişiliklerimin hepsi çökecek. biri bakmazsa biri var olamaz. bakışın olmadığı yerde sıyrılamaz hiçbir olasılık. kedi ne ölü, ne diri. ne de hem ölü hem diri. bakışın yalnızlık olduğu durumlarda kedi yok. kutu da...

kendi yazgımın tanrısı olduğumu zannettim. bu yanılsamanın öldürülemeyeceğini görmedim. bu zinciri sonsuza dek sürdürebilirim. aynı yüklemi kullanarak binlerce varsayım türetebilirim. kafiyelere teslim olabilirim. asıl soru; bu neyi değiştirir? gerçeğin ne kadarına katlanabildim? bana ve her şeye tecavüz ettiğini zannettiğim gerçeklik neydi? ne değildi? hakikaten gerçeklik ne değildir? yaratılmamış olduğunu düşündüğün bir gerçekliğin peşinde koşmak bir sürtük gibi; neyi değiştirir? yaratılmamış gerçekliğe ulaşmayı hedeflemenin aslında kaçışın farklı bir tezahürü olduğunu anlamak neyi değiştirdi? algıların o kadar da mühim mi? kendini tanımlamak için kullandığın sonsuz haneli sıfatların içinde dans ederken sen, neyi değiştirebildin? neyi değiştirebilirdin? esasında şu kadar basit bir şeydin sen: 

her bağlama oturttuğun bir kazık; aslında sadece kendi götüne giren.

out.  

15 Mayıs 2013 Çarşamba

444 1 500

Rahatsız edilmek. Şarkının en güzel yerinde, tam da dünyadan uzaklaşıp kendi içine dönmenin keyfine vardığında, bu bütünün bir parçası olduğunu yeniden farkettiğin bir anda kaybolmuşken. Kurşun gibi hızlı, engellenemez bir çağrı. Kaçmaya çalıştığın dizgenin içine çekiyor seni:
 
-Decline
Her ne kadar geri çevirmiş de olsam seni, kopardın beni işte. Cevap verseydim nelerden bahsedecektin kim bilir? Hangi dünyevi, maddi meseleleri konuşup sıkacaktın canımı? Reddettim seni ama ne fayda? Tam da bulmuşken kendimi, bıçakla keser gibi yırttın attın varoluşumla aramda kurduğum o ince bağı. Gık diyemedim o an.

İnsanlar konuşuyor insanlar hep konuşuyor. İnsanlar susmuyor. Susmayacaklar. Başım ağrıyor. Güneş açmıyor. Kitap bana kendini açmıyor. Giremedim kitabın içine. Bunaltıcı bir grilik; grilikten bile bıktım. İnsanlar susmayacaklar. Ne idüğü belirsiz bir alet satıyor herifin teki. Limon kokusu sardı ortalığı: gün içinde karşılaştığım doğru düzgün tek gösterge. Göstereni ve gösterileni aşikar olan tek gösterge: limon kokusu. Var sen düşün gerisini.

Vapurlar bu kadar hızlı gitmiyordu. Ben bu kadar bunalmamıştım. Hava bu kadar soğuk değildi. Uyku daha kaliteliydi. Uyku kırmızıydı. Serindi.. Rahatsız etmezdi kimse bizi... Bu kadar çok küfretmezdim eskiden. Sinirimi bozamazdı 444 1 500. Yokluğun yoktu o zaman. Varlığınla akardı mutluluk. Acı yoktu. Zihnime tecavüz etmeye başladı imgeler. Yokluğunu fırsat bilip ırzıma geçtiler. Durduramıyorum onları. Gitmiyorlar.. Yinelenen sesler; kesik kesik..

7 Mayıs 2013 Salı

in the basement

Sakinleşmek en sonunda.. Bırakmak her şeyi bir tarafa, odaklanabilmek başka şeylere.. Ve yine bakmak yanıp sönen imleç'e...

Bekliyor gibi yazacaklarımı.. Bekleme salonunda oturup beklemekten sıkılan sinir bozucu bir kadının, upuzun tırnaklarıyla çantasına vuruşu gibi tekrarlanan, telefonda artık pek duymadığım çevir sesi gibi stabil..  Analiz edecek bir şeyler lazım bana.. Eşyalar değil, hareket lazım.. Adapazarı yönünden haydarpaşa yönüne gitmekte olan adapazarı ekspresinin hızı.. Yaklaşırken pesleşen tren düdüğünün sesini duyup doppler'i hatırlamak... Başkalarının seslerini duyup konuştuklarını anlamak.. Çözümlemek, düşünmek... Daha çok düşünmek... Analiz ettikçe düşünmek düşündükçe analiz etmek.. Gerçek dünyadan kaçma eylemini gerçek dünyayı anlayarak gerçekleştirmek.. Hadi otur analiz et şimdi bunu. Yanıp sönen imlece odaklanıp düşün. Vaktimiz var...

Doğru cevap...Kaçtığın, o abarttığın kasvetiyle gerçek dünya değil, abartmaktan kaçındığın gerizekalılığınla, sensin.

-KOCA BİR HİÇ has appeared in the basement-
Isaac'i hatırlatan güzel metaforunu neden kullandığını biliyor musun? Bağımlıymış gibi oynadığın bir oyun olmasının -ki bu analiz etmek için muazzam bir süre demektir- bir etkisi olabilir mi? Sözümona gerçekleştirdiğin analizlerde bu iki karakter arasında bir analoji kurmuş olabilir misin? Sonuçta isaac bodrumda korkularıyla savaşıyor diyebilir miyiz? Diyebiliriz tabiki. En azından bizim isaac-yani bizim görüp, deneyimlerimizle karşılaştırıp, kişiliğimizle bütünleştirerek algıladığımız isaac- bodrumda öcülerle savaşmakta.. Başkalarının görüp duyumsadıklarını, açıklamaya üşendiğim aşamalardan geçirip algıladıkları isaac'ler ne ile savaşıyor peki?

The binding of isaac'i hatırlatan güzel kelime oyununu -hayır canım metafor değil- bir kenara bırakırsak, piyangodan çıkanın gerçekten hiçlik olduğunu düşünmüyorsun değil mi? Yani demek istediğim bir insan koca bir hiç'e nasıl ulaşabilir ki? Eğer ulaştığın bir hiçlik olsaydı bu kadar laf kalabalığı yapabilir miydin? 7 kelimelik bir tümce seni bu kadar düşündürebiliyorsa, hiçlikten başka bir şeyler bulduğuna emin olabilirsin..

-SATORİ has appeared in the basement-
Demek aydınlandığını düşünüyorsun.. Bir bakalım aydınlanmış mısın.. Az önce yazdıklarımla seni övdüğümü düşünüp kendini aydınlanmış zannettin. Farkında değil misin hep aynı şey oluyor. Kendinden bağımsız bir meseleden yola çıkıyorsun, çıkarımlarınla kendini yerin dibine batırıyorsun. Sonrasında kendini yerin dibine batırdığın ve güya her boku anladığın için kendinle gurur duyuyorsun. Sen buna aydınlanma mı diyorsun?!

-URGENT EXIT has appeared in the basement-
 Ha bak bunu söylemeyi unutmuşum. Yukarıda saydıklarım gerçekleştikten sonra vakit kaybetmeden bir çıkış yolu arıyorsun. Peki nedir bu acil çıkış kapıları? Belkide atakların senin gizli çıkış yollarındır? Olamaz mı? Olabilir... Sonuçta ödüllendirildin bu ataklar için. Güzel güzel oksijen aldın, serum yedin sevgilinle barıştınız çok mutlu oldunuz sonra.. Pekişmiştir öğrendiklerin.. Hayır canım hiç heveslenme. Yok öyle bir şey. Midene söz geçirmek zorundasın, şu an, şimdi ve sonra...

-INATTENTIVENESS appeared in the basement-
Ve karşınızda bir önceki kadar etkin, insanın - ki bu sen oluyorsun, başkası değil; elini kolunu bağlayan bir silah daha... Keşke odaklanabilseydin. Biraz odaklanıp gerizekalılığını gözardı etmeseydin neler neler başarırdın kim bilir.. Belki de gerizekalı değilsin.. Belkide sergilediğin nevrotik davranışlar dipteki sorunlarından kaçmak için sığındığın bilinçli -veya bilinç dışı- eylemlerdir?
 
-EQUIVALENCE has appeared in the basement-
Ne yani şimdi gerizekalılıkla nevrotikliği eşdeğer mi tutmalıyız? Bu mu geldi yani aklına... Öğrenmen gereken çok şey var. Fakat bunların arasında en önemlisi aklından geçen ilk gerizekalı düşünceyi radyosfer'e yollamamak... Bu düşünceleri dile getirdiğinde gerçek anlamıyla bir gerizekalıya dönüşüyorsun...
 

Bak ne diyeceğim. sanırım senin düşünce tarzını - daha doğrusu düşünce aşamalarını çözdüm. Öncelikle bir uyarıcıya maruz kalıyorsun. Bu uyarıcı herhangi bir hareket, diğerlerinin ağzından çıkanlar, görsel işitsel veya yazılı biçimde ifade edilmiş fikirler oluyor genellikle. Daha sonra bu uyarıcıyı zihninde yorumluyorsun. Bu işlemler çok hızlı bir şekilde tamamlandıktan sonra zihnin adeta tehlikenin karşısında donakalan bir sürüngen gibi kilitleniyor.. Kafanın içinde ilahi bir ses beliriyor... Ve bu ses senin ilk düşüncen oluyor. Ulvi mallığın tarafından dile getirilen kutsal gerizekalılık kitabının mukaddes vecizeleri... Tadı vazgeçilmez olsa gerek çünkü dünya üzerindeki her şeyden vazgeçebilen bir insan olarak sen bu vecizelerden vazgeçemiyorsun...
 
Geçen gün ajandana not ettiğin o ispanyolca cümleyi hatırlıyor olmalısın... La vida no vale nada.. Yaşamak anlamsızdır... Sırf hoşuna gitti diye ve yabancı dilin sana karizmatik gelmesi sebebiyle not ettiğin bir söz. Peki neden karizmatik geliyor bu yabancı kelimeler sana? Aslında kendi dilinde ifade edince de anlamı aynı olan bu anlatım türkçede aynı vuruculuğu hissettirmiyor. Niye? Çünkü sen, kendini dağların zirvesinde gören sen, o pek mühim duygularını günlük hayatında kullandığın dille ifade edilmeye layık görmüyorsun. Öyle kibirlisin ki.. 

Duygularını ve fikirlerini evinin bir köşesine yerleştirebilseydin, o pek mühim hislerini kadifelerle sarıp sarmalayıp ipekten kuştüyü bir yastığa özenle konumlandırır, olabildiği kadar elegan görünmesini sağlamak için özel olarak ışıklandırılmış bir vitrinde saklardın... Çünkü her ne kadar koyacak bir yer bulamasanda, böylesine sahiplendiğin duygularına ve fikirlerine zerre kadar güvenmiyorsun. Onları daha zengin göstermeye çabalıyorsun çünkü çöp kadar değersiz olduklarına inanıyorsun.. Eğer senin için gerçekten değerli olsalardı sergilemek için bu kadar çaba sarfeder miydin? Ha başka türlüsü olsun istemem. En azından bu vecizeleri baz alırsak gerizekalılığını orda burda açık etmeni kabul edemem.

hayatın bir anlık yoğunluğunun güzelliği

Sağım üşüyor. O beyaz kapıyı hatırlıyorum. Aramızdaki o kalın kapıyı. Uyuyordun.. Belki de uyumuyordun. Bilmiyorum..

Bu kadar dalgalı mıydı deniz? Hatırlamıyorum.. Ben yine seni özlüyorum. İçimde tek bir umut kırıntısı olmaksızın. Ben yine seni hatırlıyorum. Ada'nın sabahlarını duyumsuyorum. Kendimden zerre bahsetmeden, seni sana anlatıyorum.. Aynı yerde duruyorum. Çürüyorum. Ada'nın yeşil kaldırımları gibi sağ omzum. 

Dün gece dedi ki; öyle olsan durmazdım yanında. Diyemedim öyle olsam gelmezdim ki yanına. Böyle olmazdı hiçbir şey, öyle olsaydım eğer.. Ve nitekim öyle olsaydım eğer, böyle olmazdı hiçbir şey. Aynı çelişki koruyor gücünü. Kendisinden başka her şeyi yıkıp geçen aynı ikilem. Dimdik ayakta benim gibi.

Şimdi kime küfretmeli? Seni yetiştiren fundamentalist zihinlere mi? Yoksa kendime mi? Beni yetiştiren anti-fundamentalist zihinlere mi? Yoksa sana mı küfretmeliyim şimdi? Söylesene vapurlar bu kadar hızlı gider miydi?

kütle çekimi

Evet gerçekten de bir dalı tutmadan diğerini bırakırsan düşersin. Bazen  düşmek için buna bile gerek kalmaz. Aslında sorun kütle çekimi. Önce onu alt etmek lazım geliyor...

Sisyphos ve Tantalos

Sisyphos ve Tantalosla aynı kaderi paylaşıyor gibiydi. Kendini bilmezlerin işgal ettiği bir mekanın göbeğindeydi. Olimposun tepesinden ona hükmetmeye çalışan binlerce tanrı. Onları reddetti. Hepsini reddetti. Yıktı diktiği putları, eritti tabuları. 7 günde bir; tıpkı bir antibiyotik içer gibi. Her defasında yemin etti ve hep bozdu yeminini. Hiç düzelmedi.

30 Nisan 2013 Salı

bilmukabele

Gelgitler.. Medcezir.. Deniz nasıl Ay'a teslim oluyorsa, Ay nasıl nefes alıyorsa öyle. Şişir göğsünü, indir yettiğinde. Ve tekrar et. Nefes al dipte, nihayete erene dek.

Kendinden koptun ve buldun kendini yeniden. Hatırlamak zorundasın her daim.. Unutmak yok, unutmak lüks.. Feda etmek yok, feda etmek fazla sana, kendini bir başkasına.. Adamak saçma. Aidiyet gereksiz. Ver ne aldıysan. Aldığını geri ver, dönmezse git, dönerse senin. Bilmukabele...

Sonunda hareket ediyorsun. En nihayetinde yürüyorsun.. Binlerce tilki kafanda, binlerce imge, binlerce düşünce.. Güzel, iyi hisler..

Keyfini çıkar. Değişim seni hapsetmeden..

Morrissey için

İç/gece- banyo
+Eylül!
-Evet Eylül
+Yine kaldık başbaşa..
-Hoş geldin..
(yüzünü çevirir, kapı kapanır)

Neye yarar kaydetmek, nedir bu sonsuzluk tutkusu? Neden daha özenle seçmiyorsun kelimelerini? Hitap ettiklerin başka, ilgi alanların kaydı, yetkin olmadığın halde...

Ne diyorum ben? Her şey gün gibi ortada değil mi? Suçluyum.

-Her şey gün gibi ortada olduğu için kifayetsiz kelimelerin. Yüzeysel, boş, basit: Ama sen anlamıyorsun-

Evet, bulutlar bulut şeklinde: Çocukların düşledikleri gibi çizmeyişleri gibi tıpkı. Öğrenilen realizm değil bunun sebebi. Onanma kaygısıyla çizilen resimler. Birbirlerini yeniden üreten. Aynı dizgenin ürünleri.

-Fazla düşlemektendir belki de.. Paylaştığında yavanlaşan fikirler, Paylaşmadığında daha lezzetli. Zehirli..-

Bırak git. Bırak yok olsun. Yitsin ezelden beri yaratılagelmiş idollerin peşinde, erisin postmodern kahraman hülyalarının içinde. Boğulsun endüstrinin pompaladığı düşlerde; düşsün, asfalttan doğdu, asfalta karışsın. Külleri uçuşsun. Bunu istiyor.

Geri dön. Tak gözlüklerini.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Sonsuzsun

Ne zaman kendini bir başkasına adamaktan vazgeçeceksin, o zaman taşacaksın, içini doldurduğun o bedenden. Bir bedensin. Kırılgan, güçsüz, tek başına.  Bir ruhsun: Sert. Esnek olan kırılmaz..
 
Beklentiler, beklentileri kovalıyor. İnsanlar insanları. Hisler hisleri. Gel zaman git zaman unutuyorsun. Kendin olman için terk etmelisin bir şeyleri. Sen terk ederek var oluyorsun.
 
Bu güçsüzlük mü? Hayır. Bu kırılganlık veya güçsüzlük değil. Bu acımasızlık. Ama acımasız olmak acınası kılmaz insanı. Acıtmamalı.
 
Herkes gelir gider bebeğim; sensin baki olan.. Ta ki dünyayı algılayışın sona erene, bilincini var eden beynin gıda bulamayıncaya kadar. Bu algıda sonsuzsun.

25 Nisan 2013 Perşembe

engin biliş uzamında dolaşıyorum, ayağımda terlikler

Kendimi aşağılamaya cesaretim yok. Cesaretten peydahlanan canavarlarla güreşmeye mecalim yok. Güçsüz değilim, ama naifliği tercih ediyorum yine.

İçimi açıyorum, kendi ruhumu kazıyorum, devlerin omuzlarında duruyorum. Artık varolmayan terliklerimle. Yeni terlikler uyduruyorum kendime, olmuyor; belkide ilk defa sırf bu yüzden, düşmüyorum . Güzel ve dingin hissediyorum.
 
Toplumun pisliklerini keşfediyorum ve ruhuma erişiyorum..  Engin biliş uzamında dolaşıyorum, ayağımda terlikler.. Ayak bağı terlikler.. Onlardan kurtulmak istiyorum, ama kurtulmamayı tercih ediyorum.

Vazgeçebildiğinden korkma; Çünkü vazgeçilmez olan, eşsiz olan, ideal olan, işte o, o dimağ yazdırıyor bunları sana.. Ve uzaklığının dayanılmaz ağırlığı.. Borçlusun O'na ve onun yanında olmayışına..


Boş beşiklerle karşılaştım bugün. Yoklukla, hiçlikle, boşlukla. O uzam ve gercek dunyanın uzama dönük  alımlamaları arasında devinirken.  Mutlu etti beni. Arzuladığım şey o boşluğun somut görüngüsüymüş aslında. Boş beşik metaforu hafife alınmamalı; eşikten esen rüzgar da.. Ve terlikler, asla unutulmamalı..

ben üzerime düşeni yapmalı ve seni parçalarına ayırmalıyım.

yaz bakalım kurtulacak mısın. kurtulamayacaksın. bu yazının burada kalmayacağını biliyoruz ikimiz de. çünkü saklıyorum yaptıklarımı. hem seninkileri hem benimkileri. şimdi diyeceksin ki niye böldün benliğimi.

benim işim bu güzelim. ben yazarım sen okursun. benim yazarken parçaladıklarımı sen bütünlersin. yıllardır
birlikte çalışıyoruz bu uğurda. aslında kötü ve iyi diye ayırmamalıyım benliğini. sen bir bütünsün. ben üzerime düşeni yapmalı ve seni parçalarına ayırmalıyım. ama bunu nasıl yapmam gerektiğini hala bilmiyorum.

belki de benim suçum bu hale gelmen. ama hayır. böyle olamaz. senin parçaların senden koparılmış, uzaklara savrulmuş olsa da yine sende saklı. çünkü içine fırlatıyorum parçalarını. tıpkı bir tecavüzcünün ırzına geçtiği kadına yaptığı gibi.

seni rahatsız etmek için buradayım. uzun lafın kısası senin bir parçan değilim bebeğim. ben başka bir
bilincim. şimdilik rahat bırakıyorum seni.. gelelim asıl konuya...

bir bakalım ne yaptık bugün. kendimizi saldık, kontrolü elimizden bıraktık arzularımız özgürce uçuşsun diye. sonra ne oldu? istenç veya irade, o muhteşem güç bizi en umulmadık anda yarı yolda bıraktı. belki de istenç başkalarını hiçe saymak. belki de irade, bencilliğin kendisi. kısacası şöyle oldu;
-teslimiyet
-terk ediliş
-yıkım
-çay

hiçbir şey eskisi gibi olmayacak

iki gün önce

Kutsadığınız günlere dikkat edin. Zira daha sonra onları lanetleme ihtimaliniz çok yüksektir. Kendinizle çelişirseniz, kendinizi asla affetmezsiniz.

Kutsadığınız günleri not edin. Zira yaşamakta olduğunuz sarsıcı değişimi analiz ederken kesin tarihlere ihtiyaç duyacaksınız.


Beyhude yaşantılarınızın bir gün ulviliğini yitirebileceğini çıkartmayın aklınızdan. Kendinize hep aynı gelirsiniz. Yanılmayın. Değişen şey sizin bakışınız.. Bazı insanlar değişmez..


Affetmeyin kendi istekleri için herkesi ve her şeyi hiçe sayan insanları. Çünkü onlar için değersizsiniz.. Herhangi biri'siniz.. Onlar için önemli olan kendi varoluşlarıdır. 
 
Kelimeleri kendi çıkarlarına uyduran insanlardan kaçın. Onlar kelimelerin değerini bilmezler. Anlamlarını da.. Dedim ya kendi varoluşlarıdır kabul ettikleri tek gerçeklik. Hiçe sayarlar diğerlerini.. Ötesini göremezler.

ışık hızında sonsuz olur zaman. işte o zaman ölümsüzlükten bahsedebiliriz...

Yine döndün, dolaştın, kilometreler katettin; geldin, yerleştin yeniden, hiç gitmeyecekmişsin, sanki ayrılmayacakmışsın gibi yerleştirdin eşyalarını, pembe çarşaflarını serdin, geldin, uzandın yatağına. farkında değilsin, ama huzurunla birlikte geldin, huzurunu peşinden sürükleyerek, ayağının tozuyla. yazmadın gelmeden. yazamadın yatağına uzanmadan. neden? sen sessizsen, senin sessizliğine bürünürüm ben. sen yazarsın ben söylerim. ben sen'im; sen de ben.. sen yazmazsan konuşamayız hiçbirimiz. ne sen ne de ben..

huzur dolusun biliyorum. bu gün o köprünün altından geçerken oh be! dedin içinden. sonunda yalnız kalabildim, sonunda ulaşabildim sessizliğe. artık ağlamayacakmış gibi duruyorsun.

yazacak anlatacak çözümleyecek okadar çok şey var ki, boğulacağımı hissediyorum. düşünce yığını, çöpler kadar düzensiz. düzene sokmak gerek, derleyip toparlamak gerek. tıpkı orda burda duran, evini bekleyen, doğru düzgün bir yere yerleştirilmeyi arzulayan eşyalarım gibi. başıboş kalacaklarını hissediyorum bazen. arkamdan götürmem, sürüklemem gereken, bana yük teşkil eden okadar çok eşyam var ki. mumlar, kitaplar, kalemler, yıllardır giymekten vazgeçmediğim kıyafetler... belki de onlar yüklüyorlar bana bir eve yerleşmenin sorumluluğunu.

şimdi anlıyorum babamın eşyalarımızı neden attığını. geçmişinden kaçması bir yana, rahat rahat hareket edemiyordu onları taşırken. onlara layık olamayacağını anladığında, o pembe bahçeli evin küflü bodrumunda çürümeye terketti hepsini.

daha iyi anlıyorum filozofları. bir parça bezden ötesi, sadece yük oluyor insana.. nasıl yürüyebilir ki insan sırtında ağır bir çantayla atina sokaklarında. nasıl düşünsün beli ağrıyorsa, belinden ötesini, kendinden başkasını... nasıl yaklaşabilir ki kendi özüne eşyalarından arınmadıkça... terketmek başlangıç gibi. odaklanmaya başlamak. mülkiyetsiz, yersiz, yurtsuz, eşyasız, bedensiz... sadece fikirlerle varolmak, kütlesiz olmak demek aslında. ışık hızına erişebilmek demek. ışık hızında sonsuz olur zaman. işte o zaman ölümsüzlükten bahsedebiliriz...

hello world dedi ve ekledi; her şey bitti. peki şimdi?

anlatmanın zamanı geldi mi? her şey gerçekten bitti mi? yoksa bir şeyi anlatabilmek için bitirmek mi gerekiyor? anlayabilmek için her şeyi yaşamış olmak mı gerekiyor?

sorular bunlar. soru yoksa düşünce de yok. cevaplara gelince... postmodernist bir neslin meyvesi olan pek çok insan gibi, ben de akışa inanıyorum. yani anlatırken anlıyorum ve akış dediğimiz o muazzam süreç içinde öğreniyorum pek çok şeyi. yazarak düşünüyorum örneğin. şimdi yaptığım gibi.

düşünen bir insan olarak çok yazı yazdım evet. fakat paylaşmadım hiçbirini.. bana göre paylaşmanın zamanı geldi ve huzurlarınıza sunmaya başlıyorum pek çok şeyi şimdi..

kafiyelerle karşılaşacaksınız bu uzamda.. pek çok kafiye ve itirafla. ve bir de düşüncelerle. ama en çok gerizekalılıklarla.

kutsal bir kitap yazıyorum; aptallıkla dolup taşan vecizelerin yardımıyla. keyifli bir tanıklık süreci diliyorum herkese. merhaba dünya..