21 Aralık 2015 Pazartesi

spoiler

uyuyup uyanınca geçmiyor. geçmeyecek. sarıp sarmaladığın hayatlar sana yardım etmeyecek. kendini öldürmeyeceksin.

popüler kültür metinlerinin içinde boğulanlara kızmıyorum. isyanın ötesine gittim. basitçe öfkelenemiyorum bile. sonuna geldiğimi hissetsem de, boş konuşuyorum. eninde sonunda felaket çünkü. eninde sonunda soykırım. soyutlamaların dibine vursan da, vurmasan da, yanından geçsen de, içinde bitsen de, siktir etsen de, tutunsan da beyhudeydi hepsi. boşluğa ulaşacaktın nihayetinde. içinden geçtiğin her şey buraya getirecekti seni. koşarak ya da yürüyerek, anlamsız. önemi yok. 


nihayet, gidiş yolunu boşa çıkarıyor. nihayet hepimizin elini kolunu bağlıyor. nihayetinde ağlıyorum. nihayetinde hepimiz, ağlamamız gerektiğini anlayacağız. varoluşun bunalımı, herhangi birimizin kaldırabileceği bir şey değil. 


"and never have i felt so deeply at one and the same time so detached from myself and so present in the world." albert camus

17 Kasım 2015 Salı

52

cenaze evinden döneli 42 gün oldu. bayrammış. sikeyim bayramını. 2015 hepimizin miladı olacak demişti bir dostum. görece değişti hayatlarımız fakat bu kadarını tahmin bile edemezdim.  makasçıyı bulduk. salak, aptal, ahmak yerine konulmanın verdiği hissiyatı hafifletmenin yollarını arıyoruz hala. yollara çıkıyoruz. rahat bırakılmaksızın. rahat bırakılmaksızın demişken bir uyarı yapmak istiyorum; kendini bir bok sanan klavye delikanlıları: lütfen sahneyi terk ediniz. bugünün kahvaltısından önce anlatacaklarımı kendinize mal etmeyiniz. zira durum, suratımda somutlaşan kaostan daha hırpalayıcı, dert tasa zannettiğim her şeyi aşan bir niteliğe sahip. seni, seni, seni. ve seni de. sana da sonra gelicem gerizekalı kardeşim. hülasa hepiniz rahatlayabilirsiniz. zirvede mutluluklar diliyorum size. hepinize.

bazı cevaplar insanın dünyasını yerinden oynatabilir. her epifani insanı mutluluğa eriştirir diye bir şey yok. bazı durumlarda öyle bir ışık tutarlar ki suratınıza, "tavşan mıydım ben? yoksa köpek miydim lan? neyim ben? ne yapıyordum 25 senedir yolun ortasında amına koyayım?" diye düşünürsünüz. yıllardır yaşamakta olduğu korkunç olayların karşısında kendi kendini gayet güzel sakinleştirebilmiş bir insan, hayatında ilk kez başarısız olduğunda (bkz. 4.5 saatlik çıkış yolu arayışı) aklından geçen şeyler özetle bunlardır desem haddimi aşmam sanıyorum.

cehenneme dönmüş hayatımın ve bilhassa suratımda somutlaşmış olan kaosun etkilerini hafifletmek için uzağa gittim. 610 kilometre kadar uzağa. önce ankaraya uğradım. sevdiklerimi görmek ve yolu biraz daha uzatmak adına tercihimi otobüsten yana kullandım. on yaşımdan beri tek başıma seyahat ediyorum. uzun yolculuklar iyidir. kişilere bölünmüş hayatımın ve gittiğim mekanların korkutuculuğundan olacak, uzun yolculuklar bana her zaman iyi gelir. uzun yolculuklarda yazabilir, okuyabilir, düşünebilir, rahatlayabilirsiniz. tek başınıza seyahat ediyorsanız, ağzınıza sıçan insanlardan uzaklaşırsınız ve böylece rahatsız edilme oranınız önemli ölçüde düşer. yazacaktım, okuyacaktım, düşünecektim, uzaklaşacaktım. zira şöyle bir baktığımda, rezalet bir hayat yaşıyordum. cehennem. bu cehennemin bir başkasının cenneti olabileceği fikri ise kırıp dökme isteği uyandırıyordu bende. 

varış noktasında ilk iki gün işler iyi gitti. arife gecesi, teknolojinin bizi ne kadar yalnızlaştırdığına ve başka birkaç şeye ilişkin yazımı bitirdikten sonra bilgisayarı kapattım. ayşe abla uyumamızı gerektiğini, kendisinin uyumayacağını bildirdi. 10 dakika boyunca belirli aralıklarla ne olduğunu öğrenmeye çalıştık. nihayet: 

"baban facebook'unu açık unutmuş yavrum" 

bu cümle ayşe ablanın iki saate yakın bir süre boyunca kek gibi kararlı bir şekilde birbiri ardına açtığı şişeleri, odadaki ölüm sessizliğini, uyuyamayışımızın sebebini açıklıyor, dünyanın başımıza yıkılacağını haber veriyordu. 

can sıkan bir takım detaylar sabrımın tükenmesine vesile oldu. artık yeterdi. daha fazla dayanmayacaktım. insanlar bencildir. o gün, dünyanın bir yerinde, biricik, tek bir noktasında duran bir kadının aklından geçenler şunlardı: 

"baba kız onlar, araları düzelir zaten, ben biraz can yakayım, zira bu herif canının yakılmasını ziyadesiyle hak ediyor." 

o herif gerçekten de canının yakılmasını hak ediyor. fakat insanlar sizi kurban ederler. çünkü o herifler hatalı olduklarını kabul etmeyecekler.  kurban edilmek, yanlışlarını gören insanlara has bir şey. insanlar dünyayı yakabilirler.  bu çoğunlukla nedensizdir. canları  gerçekten yandığında sizi ve başka bir çok şeyi harcamak için düşünecekleri süre tahmin ettiğinizden çok daha kısadır. onları en zayıf noktalarından vururken iki kere düşünün. çocuğunuz varsa, yapmayın. zira sizin götünüz kurtulacak çünkü haklı ve harikasınız. çünkü karşına geçip sana seni anlatırsam katlanamayacaksın ve ne yazık ki senin kadar vicdansız değilim. 

onunla konuşurum. ne yaptıysa ne ettiyse konuştum. bugüne kadar yanına oturdum, sebepler dedim içimden. "sebepler evet. bir nedeni olmalı. bir nedeni var. her şeyin suçlusu o olamaz nihayetinde." her şeyin suçlusu oydu. 

hepimizin aynı odada uyuduğunu gördüğünde kapıyı çarptı, bir sigara yaktı ve bilgisayarına yürüdü. haklı olduğunu bildiğinden eminim. adından daha ezbere bildiği bir şey bu. o hep haklıdır. onunla o gün konuşmadım. 

olayların bir önemi yok. önemli olan olgulardır. o gün için olaylar bana büyük resmi ne şekilde kaçırdığımı gösterdi. trajedi olduğunu zannettiğim her şeyi koymuştum bir kenara. zira sebepler ve sonuçlar gözüme batıyordu. ne batması resmen kanırtıyordu. biliyordum artık. o an avuçlarımın arasındaki 52 seneye dehşet içinde bakıyorum. beş yaşımdan bu yana kendimi bildiğimi, dolayısıyla hatırladığım verileri derleyip toplayabildiğim sürenin yirmi yıl olduğunu varsayıyorum. zihinsel süreçler, bilişsel aktiviteler, hatıralar hepsini geç, 25 yaşındayım. 25'e 27 ekle. 52 sene. o elliiki seneye ne desem az. ne desem yalan. nutkum tutuluyor. sen neredeydin abi o elliiki sene? hayır hayat sikti belanı eyvallah ama sen neredeydin be abi? neresindeydin hayatın? neden durmadın? sebep aradım. bulamadım. dört buçuk saat aradım. yok. baştan sona kabul edilemezdi. ve ben bunu 25 yıl sonra anlıyordum. 

sonuç olarak "her şeyin bir sebebi vardır" zırvasının yerini şu cümleler aldı:

"soyadımı değiştiricem", "ben o herifle konuşursam kalp krizi geçirir", "mecbur muyum?", "terapiste gitsin", "sen de bi siktir git artık be!" 

terapiste gitmiyor. gitmeyecek. gerçek ruh hastaları terapiste gitmez. tedavi olmak isteyen insanlar gerçek ruh hastalarının etrafındaki insanlardır. nitekim makasçımız 1998 yılında prestijli bir kişilik testinden alnının akıyla çıkmıştı. alkışları duyabiliyorum. 

bu da bizi soyadı değişikliğine götürüyor. soyadı değişikliği her zaman bir seçenektir. özellikle size hiçbir emeği geçmemiş, sizi hayatınızın başladığı günden itibaren sizi seneler boyunca çeşitli şekillerde kullanmış (bkz. bir kadını hapsetme yöntemi olarak çocuk; kendini satma aracı olarak çocuk; sevgili tavlama yöntemi olarak çocuk; bir bahane olarak çocuk; vb.) "sikiminkeyfibiryanadünyabiryana" yavşaklarının sizle gurur duymasını engellemek istiyorsanız. 

insanlar hata yapabilirler. insanların elinde olmayabilir. bir yere kadar. hedonist, narsist bir mitomanyak olmayı 25 sene boyunca sürdürürsen, o boktan karakterine şahit olmasına, hayatından gelip geçen onlarca insanı izlemiş olmasına rağmen inatla yanında durmayı sürdürmüş o zavallı insanı kaybedersin. 

keşke gitmeseydim. cehalet mutluluktur lafının ihtiva ettiği anlamlar dizisinin tamamının götüme girdiğini hissediyorum. ara ara dünya başıma yıkılmaya devam ediyor. zaten dünyanın başıma yıkılması hususunu akut değil, kronik bir rahatsızlık olarak ele alıyorum artık. uzmanlar da nihayet görüş birliğine vardıklarına ve benimle aynı fikirde olduklarına göre, elimdekini yavaşça yere bırakıp uzaklaşmalıyım. etle tırnak? :)  come on... 

sana gelince: eğer insan beyni yerine başka yerleriyle hareket etmeseydi, hiçbir şey şu anki gibi olmayacaktı. ne sermaye ne üstyapı, hiçbiri bildiğin gibi olmayacaktı gerizekalı kardeşim. indirgemiyorum. bilakis senin indirgemeci tutumuna gönderme yapıyorum.

benim açımdan bakacak olursak millajovovichgillerin rağbet gördüğü bu lüzumsuz arz talep dengesi içinde tüketilmek hiçbir şekilde söz konusu olmayacaktı. senin açından bakarsak x 2.0'ı yitirmemiş olacaktın. afaki sataşmalarını koluna takıp kendini beğenmiş tavrınla dört nala boş koşmamış ve muhtemelen yalan yanlış konuşmamış olacaktın. samimiyetsiz iyi misinlerle gelip muazzam öngörülebilirlikte bir primatsın demeyecektin belki de. hatta daha ileri gidip senden bir şeyler beklediğimi zannetmeyecektin. beni azarlamayacaktın. keyfimin yerinde olduğunu düşünüp anlamsız bir şekilde bana bilenmeyecektin. belki de bir kez olsun sorumluluğu üstlenip kendi yanlışlarını görecektin. suratımda somutlaşan kaosa "adamlarla ilgili konuştun hıhım evet çiçeğe de burun kıvırdın" diye yanıt vermeye utanacaktın belki de. 

ah o güzel yaşanmamış günler. keşke yanımdan değil içimden geçip gitmiş olsalardı. ama dedik ya en başta: insan beyniyle değil başka yerleriyle hareket ediyor. hah. işte hatırlaman gereken nokta burası. tam olarak kendini içinde görmen gereken bağlam burasıydı. sen bunu es geçersen o bağlamın dönüp dolaşıp senin götüne girdiğini anlamazsın. rezil rüsva olursun gerizekalı kardeşim.

nihayetinde... nihayetinde bir şey yok. beni bunca sene tek başıma ayakta durmaya zorladıkları yetmiyormuş gibi, sırtımdan inmiyorlar efendim. olan bu. neyse ki bundan yüz yıl sonra yaşananların hiçbir önemi kalmayacak. dünya başıma yıkılmaya devam ediyor. inatla tekrar inşa ediyorum. esen kalın..

24 Eylül 2015 Perşembe

hypertextual

"bir şey söylemek isteyip istemediğimden emin değilim. boş konuşuyorum nihayetinde. anlaşılmıyorsan anlatmanın anlamı yok. öte yandan konuşulmayan şeyler hakkında susmak gerekiyor. wittgenstein susmuştu.

güzel cümleler kurmak faydasız. kurallı cümleler artık işe yaramıyor. başkalarının mutfağında bildiğimiz sevdiğimiz fizik kuralları işlemiyor. başkalarının mutfağında yarın yokmuş gibi soyuyorsun közlediğin biberlerin o incecik kabuklarını. sanki adamın derisini değil, kendininkini yüzüyorsun. soyunuyorsun, arınıyorsun. yok oluyorsun. bırakıyorsun. 

insanlar kendilerini seçerler. kendileri için başkalarını kurban ederken bulursun onları. burda kurban vermek yok. tercihler yok. istediğin kadar kanat, parçalara ayır kendini. bir başkasını yüceltmiyorsun.  
buraya girmek için bir eşiği atlamana gerek yok. atlanacak bir eşiğin olmamasını geçtim, sen eşiğin üstünden atlamanı sağlayacak olan bacaklara sahip değilsin." 

değildin.

teknoloji insanları ne kadar da yalnızlaştırıyor. bildiğim bir gerçek olsa da bu, yüzüme çarpması için gözlerimin önünde somutlaşması gerekiyordu. üç kişi oturuyoruz şimdi. meşgulüz, öyle meşgulüz ki.. sigara yakıyorum ardı ardına. bir sürü imajı suları akmış çöpleri kazır gibi kazıdım aklıma. gereksiz, beyhude, anlamsız görüntüler, muhtemelen yarın unutmuş olacağım bilgi parçacıkları. 1'ler, 0'lar milyarlarca kombinasyon. göründüğü gibi olmama kaygısı.  hepsi boşa çıkar, elinde kalır neresinden tutsan.    

kodlara kişilik yükleyecek hale geldim evet. bazen dünyanın tersine döndüğünü hayal ediyorum. kafamda tepe taklak oluyor görüntü. görüntüler beni rahatsız ediyor. eşeledikçe ulaştığım çelişkiler beni öfkelendiriyor. yalnızız hepimiz. hala. üç kişiyiz. çok meşgulüz.. bitmeyecek sanki. üç kişi olmak, meşgul olmak. sonsuza kadar sürecek gibi.

idealar evreninde zaman öldürmüyor insan. zamana tecavüz ediyoruz. zamanın anasını sikiyoruz.

"aslında uyuyamamanın sebebi çok açık. uyuyamamaya giden yol basit denklemlerden geçiyor. dalga geçer gibi ve belki de rastgele ortaya serpiştirilmiş değişkenler, anlamlandırma eyleminin parmaklarından aşağı doğru nazikçe kayıyorlar. ve ben yine ne anlatmaya çalıştığımı unuttuğum yere geri geliyorum. hep burada kalsam keşke. çünkü en zoru, her şeyin başa sarıldığı noktaya geri dönüp alışmaya çalışmak. hiç gitmeseydim hep daha kolay olurdu.

idealar evrenindeki metinlerarasılık beni gezmeye mahkum etti. öyle gezdim, öyle dolaştım ki.. kadınlara ulaştım yine. tüketerek var olan kadınlar. tek tornadan çıkmış, yürümüş, konuşmayı öğrenmiş, evrene salınmış, habitatlarına hapsolmuş kadınlar. sinirlenmedim. canım sigara istedi. metinlerarasılığın gözü kör olsun dedim. salona girdim, borçlu çıktım. babam çayına kavuştu, kurabiyeyi unuttu. odaya döndüm, sibel uyuyordu. küllüğe giden yolda yakalanmadım. yükte ve pahada ağır koltuğa oturdum. elime aldım tutunamayanları. selim anlatır ben dinlerken aklım dağıldı. böyle gidersen o kitabı bitiremezsin dedim, dinlemedim. artık ondan hoşlanmıyorum. boş konuşuyor. çok fazla konuşuyor. hep bir umut kırıntısı, toparlama çabası, samimiyetsiz iyisinler, güven vermeyen iyi olacaksınlar. insan tutunacak bir şeyler bulur dedi sibel. umarım bulurum. kendime doydum, ziyade olsun diyemiyorum.

nitekim iki işi aynı anda yapmaya çalışmamaya karar verdim.
'kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz'

kitap okurken düşünmek doğru bir davranış değil. hayata katlanamıyorum. "

hala üç kişiyiz. hala meşgulüz.



9 Nisan 2015 Perşembe

bu aptal uzamı doldurmadığım günlerin sayısını hesaplayamadım. emin olduğum tek şey uzun süredir buraya yazmıyor oluşum.

nasıl toparlayıp bir araya getireceğim, hangi bağlaçlarla birbirine eklemlendirebileceğim hakkında en ufak bir fikrim olmayan notlar aldım. bu yazının biraz altına kazınmış, hayatımın bir başka saçma dönemini özetleyen imdat çağrısı ve ... (bu boşluğu istediğiniz şeyle doldurabilirsiniz) arasında geçen zaman boyunca size ne yaptığımı anlatmayacağım. zira bu bir günlük değil. kızgınım "bugün şöyle oldu böyle oldu" temalı günlüklerime de kızgınım. hepsini her şeyi küle çevirmek istiyorum. kızgınım. bugün ne kadar kızgın olduğumdan bahsedeceğim. neye, kimlere, neylere kızgın olduğumu, açıklayıp kafanızı sikmeye devam edeceğim. zira size de kızgınım.

18 Mart 2015 Çarşamba

Süreçler ışık hızına çıktığına göre, sorunsuzca evlerimize dağılabiliriz beyler..

aklımda neredeyse hiçbir şey yoktu. ta ki, carrie'nin abu dabi sahili boyunca yürüdüğü sahneye kadar. geri geliyordu orospu. gerçeğin çölü ilelebet kayboluyordu az kalsın. tutmasaydık düşüyordun. sen de haklısın be johnnie. sen de haklısın yavrum. 

"Özür dilemeyi bilmemek ile özür dilemeyi aklına bile getirmemek arasındaki farkın önemsizleştiğini hissettiğiniz noktada; işte tam da bu noktada "her şey değişebilir ama hiçbir şey yitirilmezdi" cümlesi çarpacak suratınıza. Tıpalara açılan kapılar kapanacak bir bir, ardı ardına. Siz de bu çarpan kapılar korosunun ihtişamı karşısında donup kalacaksınız. O sırada gülümseyerek kucaklayacağım sizi ve diyeceğim ki: "tebrik ederim. tekilliğe ulaştınız!"

Ve başlayacağız konuşmaya. Her şeyin yitip gidebileceğini bıkmadan tekrarlayacağız. Bizler, bedenlerimiz, sevdiklerimiz. Bizler, bedenlerimiz, sevdiklerimiz. Bizler, bedenlerimiz, sevdiklerimiz. Bizler, bedenlerimiz, sevdiklerimiz. Bizler, bedenlerimiz, sevdiklerimiz. Bizler, bedenlerimiz, sevdiklerimiz. Bizler, bedenlerimiz, sevdiklerimiz...

Tanıdık tabloların, etinizden et koparan o pek spesifik -ama geçici- acının, düştüğümüz durumların ve işittiklerimizin anlamı kısacık bir anda yitirilebilir. Çünkü anlam, her yerde gizlenebiliyor olsa da, bazı durumlarda onu arayıp bulmanız gerekir. Saklanmasının sebebi kavranmak istemesidir. Anlamın bile istekleri vardır. Unutmayın onları yaratan bizdik. Eğer inlemelerini sağlarsak, pekala onları öldürebiliriz. " 

diyecekken günler geçti ve yaklaştık gerçekliğin sınırına. ne yaklaşması gerçeklik dibimizde. tastamam hazırız şimdi. artık ağlak melodiler yok. makasçıyı aramıyoruz mesela ama hala yoldayız. yine yoldayız hep yoldayız niye yoldayız amk. bazen yolda olmaktan bile bıkıyorum. yol biter johnnie. 

yürüyoruz işte napıcaz. yollardan değil, zamanların üzerinden geçiyoruz.. bir insanın yürüme potansiyelini asla küçümseme johnnie.. burada kurallı cümleler yok. kurallı cümlelerin anasını sikeyim ben. kurallı cümleler yolun bittiği yerde kaldı. hatırlıyorsun kaybolup giden zemini. unutmazsın johnnie. ben unutsam sen hatırlarsın canımın içi. iyi ki varsın. 

soda bitti johnnie. soda da biter. bunu bir yere not etsen iyi olacak galiba. çünkü ben hatırlasam da unutmuş gibi yapacağım. sana ihtiyacım var. hayatın, evrenin ve her şeyin sorumluluğu senin omuzlarında johnnie. kıyamam lan sana. 

ama insan bitmez johnnie. insan istemekten vazgeçmez. 10000 yıldır aynı terane. sokun o taleplerinizi götlerinize demek istiyorum johnnie. böyle suratlarına tüküre tüküre. sakin olamıyorum johnnie. duyarsızlaşamıyorum. şu anasını siktimin uzamında kıçı kırık bir guru olmayı beceremiyorum. ayrıcalık sorumluluktur johnnie. insanlar bunu anlamaz johnnie. 1000 yıldır aynı terane. 1000 yıldır aynı eyvallah. 1000 yıldır aynı çapsızlık, aynı akılsızlık, aynı anlayışsızlık.

"çözdük biz seni. gerçekten! sen bir balkabağısın. çünkü taleplerimizi karşılamadın. çünkü isteklerimiz senden, senin benliğinden, hissettiklerinden ve hissedebileceklerinden daha önemli. sen önemsizsin. sen zaten önemsizdin. sen bizi kesemedin. ama biz seni yendik! biz seni alt ettik. yo yo.. sen izin verdiğin için değil. bilakis biz seni alt etmek istedik. çünkü senin mükemmel olduğunu düşünmüştük. aslında düşünmedik. ne yaptık bilmiyoruz. gerçekten. çünkü biz oturduğumuz yerden konuşuruz. hiç bir sik bilmeden konuşuruz. ama iyi yaparız. ama iyi yaptık. biz senin ağzına sıçtık. yey! "

ben onların dikatomik kafalarını sikeyim.. 

bir insan neden balkabağına dönüşür johnnie. anlatayım mı yavrum? anlayacak mısın? dinleyecek misin? gerekli mi gerçekten? çikolata bitmesin johnnie. bi' şey yap.. uyumak istemiyorum. ne diyorum ben johnnie? ne zırvalıyorum 20 senedir? ha koçum anlat ya. anlat konuş benimle. niye beceremiyorum ben guru olmayı be yavrum? neyim eksik benim onlardan?

her şeyi geçtim. niye üretemiyorum anasını siktimin yerinde johnnie? salak mıyım ben johnnie? saksımıyım amk. balkonun önündeki saksılar bile bir işe yarıyor johnnie. abidik gubidik otlar çıkıyor topraktan çiçekleri sulamadığım halde. sulamadığım halde çiçekleri. kendi kendilerine yaşıyorlar, oluşuyorlar falan. ben niye bi şey üretemiyorum johnnie? bu yaşadığımız hayat mı johnnie? saksı bile değiliz johnnie.. 

sigara da biter johnnie. ya da bittiğini zannedersin. sen öyle zannediyorsan bitmiştir. sen öyle sanıyorsun johnnie. 

Nihayet. bir masa dolusu müdavimin arkalarına yaslandığını görüyor gibiyim. az önce yürekten bir oh çektiler. gidelim johnnie.. doğuya gidelim. kapadokya'ya değil, japonya'ya. nakano semtinde kaybolmaya gidelim. ben o maskeli adamların maskelerini sikeyim.. 

bıktım johnnie. bıktım anasını satayım.