4 Şubat 2016 Perşembe

procrastination

oku, oku, oku, eline ne geçerse oku, oku, daha çok oku, yazmayı unutana kadar oku. iç, tüket. ıslak mendil al, tuvalet kağıdı yerine peçeteyle idare et. tüket, tüket, oku, tüket. blues dinle, tüket. tüketmeye devam et. ton balığı sağlıklıdır de, tüket. kahve iç. daha çok kahve iç. italya'yı hayal et. espressoların olması gerektiği gibi yapıldığı yeri tüket. yaratılmış bir sonsuzluk ilüzyonuna kaptır kendini. kendi hayallerini kurma, başkasının hayallerini tak kafana. başkasının kalemlerini taktığın gibi. sakın yazma. yazarsam anlamsız olur de, kredi kartı çıkart, doğumgününe 13 gün kala kızarmış gözlerini açmaya çalış, bütünleme sınavlarına gir, ödevlerini teslim et, kendinden uzaklaş, özgüvenini yitir, müziksiz yapama. müzik dinle, daha çok dinle, çok güzel de, hayran ol.  tüket. tükettiğin şeylere boyun eğ. bakunin okuyup çok zaman geçmiş üzerinden de, her şeyin aynı olduğunu ve muhtemelen böyle gelmiş olup böyle gideceğini durmadan tekrar et. klişelerle yat kalk, benim yaşımda olsaydın klişelerin değerini anlardın de kendinden küçüklere. daha dün yeni yetme idealizminin içinde boğuluyordun. peki şimdi? koşarak uzaklaşıyorsun klavyelerden. yine kitaplara dönüyorsun, aradığını bulamayınca önündeki kağıtlara yöneliyorsun gene. belki kağıtlara yazmak daha iyi hissettiriyordur. yalan olduğunu görüyorsun. koca bir yalandın sen ve yalandı senin hislerin. yoksun.  

sen aslında "her şeyi paylaş, ama özünü kendine sakla" dediğin an bitirdin kendini. kendinden başka bir şeye sahip değildin ki. yeni bir çağa girmiş rönesans sanatçıları gibisin, heyecanlısın ama elinde hiçbir şey yok. ne özgüven, ne güzel kelimeler, ne de katışıksız, iyi hissettiren yalnızlık. konuşmak zorundasın her daim. yüksek sesle anlatmalısın. ve yitiriyorsun heyecanını da. tüket bandininin hayali kollarını.

bilgisayarını aç. temizlemeye başla. evraklar, evraklar, evraklar, 1. kopya, 2. kopya, 3. kopya, 4. kopya, 5. kopya. ne olur ne olmaz diye 45. kez indirilmiş aynı dosyalar. sakla, sakla, sakla, otur çöplüğün içinde, boğul çöplüğün içinde. zamanı kaybet, kendini kaybet, yitir her şeyi. yeni bir yaşama adım atıyorsun elinde hiçbir şey yok. okuyacağım de, söz ver ama okuma, okuduklarının tek kelimesini anlama, oku, oku, oku, tüket, tüket, iki kelime yazma, kaç klavyeden. zaten steve jobs öldükten sonra tasarımdaki insan faktörü de öldü. klavyeler insanın canını yakıyor artık. ince ve kullanışsız klavyeyi hissetmek zorundasın her daim. haddinden ince ve kullanışsız klavye seni ele geçirdi. gözlerin retina ekrana hapsoldu. bakışların, piksellerin yoğunluğu ölçüsünde boş, ne kadar yüksek çözünürlük, o kadar düşünce yoksunluğu. görselleştiriciyi aç, bir nefes daha al. yoksun. 

işe git, her şeyin nasıl çürüdüğünü, nasıl lime lime olduğunu kendi gözlerinle gör. işe taşı kitaplarını, sonra eve. tek kelimesinin arkasında duramayacağın metinleri dök bilgisayar ekranına. anlamsız, beyhude, fakat ne yazık ki hiç değil. kirlet. sil, tekrar kirlet, tüket. kahveleri, sigaraları, kağıtları, kalemleri ve en çok kendini. parmağındaki siktiriboktan kertenkele biçiminden kuvvet al. evet sanki sana sarılıyor değil mi? karanlıkta parlıyor sanki. paragrafları işaretle, command-x command-v bir üste yapıştır, vazgeç aşağıya al. asap bozucu müşteriler gibi müdahale et yazının akışına, yine kaybet, yine bul, yine kaybet. bu sefer daha kötü kaybet. insanları düşün. okuyacaklar bunu. ben kimim onlara sesleniyorum diye düşün, kurumunun gözlerinin önünden yanık bir film gibi geçişini izle. göremiyorsun. bakamıyorsun bile. ama bildiğin bir şey var. yarın daha karanlık olacak. yarın daha çok uyuyacaksın. yarın o lanet ofisin sıvaları daha çok dökülecek. san francisco'dan yola çıkan kart, posta kutuna gelmeyecek. saracaksın, bir nefes daha alacaksın, yoksun diyeceksin. içinde olmaktan bıktığın bu yarı açık ceza evi, yok olmana ya da terk edip gitmene izin vermeyecek kadar senin. bu senin bizatihi durum komedin. 

ulaşamayacağın kitapları okumayı dileyip okuyamadıkların için hayıflanacaksın yarın. yine koltukta uyuyacaksın. yine aynı ağıtlar. toza sor sen en iyisi. 

3 Şubat 2016 Çarşamba

eklektisizm bir hastalıktır

kendime mektuplar yazıyorum bir süredir. salondaki sehpanın üzerinde duruyorlardı. televizyon sehpasının üzerine, diğer notların arasına karıştırdım hepsini. zorlanıyorum. bir tane daha içeceğim. 
yapılmayı beklenen ev işleri, yazılmayı bekleyen ödevler. enerji? enerji yok. ertelemekten başka bir şey yapmıyorum neredeyse. dört ay olmuş önümü göremiyorum. kopuşu sağlamlaştırıp, evimi yarı açık cezaevi haline getirmekten başka, borçlanmaktan başka ne yaptım acaba. elle tutulur, gözle görülür ne yaptım ki bunca zaman? daha önemlisi bunlar sizin umrunuzda mı? ya da derdim umursanmak mı? cevabını bildiğim bir soru. insan umursanmak istiyor. ben daha önemli şeyler ortaya koymak isterken, esasında umursanması gereken bir insan olmak arzusuyla güdümlenmiş oluyorum. aslında hepimiz yalancıyız ve nihayetinde ölüm düşüncesini bastırmaktan başka derdi olmayan, ne yazık ki kaderinden kaçamayacak olan zavallılarız. bencil zavallılar. 

insan kendini bilmeli. insan kendini bilmek zorunda. insan kendini bilmiyorsa sıfatını hak etmemiştir. kendinizi bilmek nihai huzura erişmenizi sağlar.  çünkü hırslarınıza, kıskançlıklarınıza, imdat çağrılarınıza anlam verebilmenizin tek yolu kendinizi bilmekten geçer. eğer bunlara anlam verirseniz, olayın aslında sizin etrafınızda dönmediğini, aslında kimsenin sizinle bir derdi olmadığını görebilirsiniz. sizi körleştiren şey çocukluğunuzdur. kaynağını çocukluğunuzdan alan reflekslerinizi dizginlemenin tek yolu, her şeyi etraflıca analiz etmektir. aksi halde yanlı ve hatalı varsayımlarınızın arasına sıkıştırdığınız insanları tek tek öldürmeye başlarsınız. 

sen şöylesin sen böylesin demekten, bağlamların içinde taklalar atmaktan iki kelime yazmaya vakit bulamazsınız. iki kelime yazmadığınız ve kendinizle iletişim kurmaktan başka hiçbir bir şey yapamadığınız için cümle kurmayı unutur, anlaşılmaz hale gelirsiniz. anlaşıldığınız ölçüde varsınız. ve bunu söyleyen tek kişi ben değilim.